noone's got it all
yalnızdım eskiden.
hatırlar mısınız bunu? karanlıktı odalar, müzikler acıklıydı. arkadan hep üzücü bir şeyler söyleyen birileri vardı. yalnızdım ve bunu yazardım. o zaman bir kasıt yoktu yazdıklarımda. yani, düşünmezdim yazmadan önce. suyu elimde tutmaya çalışmazdım.
şimdi dikkatim dağılıyor. beyaz bir masa var bunları üzerinde yazdığım. benden bir takım görevleri yerine getirmemi bekleyen insanlar var. yanımda bir kız var, telefonla konuşuyor yüksek sesle. karşımda genç bir oğlan. işini yapmaya çalışıyor. arkada regina spektor çalıyor. bu blog var. bu kadar olan şey içinde ben nerede durduğumu bilmiyorum. çözemiyorum.
pazartesi sabahı kendimi ufacık hissederek uyandım. değersiz, anlamsız, yetersiz ve kabiliyetsizdim pazartesi sabahı. bir böcek olarak uyandım, diyerek anlatsam; kafka'yla davalık olabilirdim. böcek gibi de değildi zaten tam olarak hissettiğim. yakınımdakilerin bana biçtiği değer değildi kaybettiğim. sorun kendimdim. zaten ne hikmetse, yerden uzaydaki kırmızı tesla'ya uçan egomun tahlili hep bu yöndeydi. yapan da kendimdim. yıkan da kendim olmalıydım. başka hiç kimseye yer yoktu benim hikayemde, tüm sayfalar bir şekilde gelip bana bağlanıyordu.
güneş açmadı pazartesi sabahı. güneşin açmayışının içinde boğulmak istedim. düşebildiğim kadar dibe düşmek için elimden geleni yaptım. içinde kavruldum bir süre ezici anlamsızlığın. kendi kendime kendimin kıymetini anlatmaya çalışmadım. bıraktım. kavga etmeyi bıraktım. kavga etmenin en önemli yöntemi kavga etmeyi bırakmaktı bu anlarda. benden çok daha önemli insanlar düşmüştü bu kuyuya. ben kimdim ki?
salı sabahı kafamdaki plan belliydi. evet, işe gidilecekti. bu şarttı. evden çıkmamın şart olması başlı başına iyi bir şeydi. gelin görün ki, evden çıkmak için önce yataktan çıkmak gerekiyordu. salı sabahı da güneş açmamıştı güneşin kızakla gökyüzüne çekildiği bu şehre. o yüzden o gri sabah, o gri yatak terk edilemedi. halklar ayaklanır ya bazen en ümitsiz anlarda, tiranları devirirler ve tekrar güneşi çekerler ya bayrak gönderine? öyle bir şey olmadı salı sabahı. zavallı, yazık ve şüpheyle dolu kalktım yataktan.
kafamda bir şarkı dönüyordu sadece. faust arp. radiohead. hüzünlü günlerimin eski dostu. ancak faust arp'a gelmek için önce in rainbows'un önceki sekiz şarkısını geçmek gerekiyordu. o şarkılar 15 step ile başlıyorlardı. 15 step'in 15 adımı vardı. 15 adım çalmaya başladı. 15 adım bittiğinde ben dışarıdaydım. hava karanlık, hava mutsuz, hava afsızdı. hava müzakereye gelmemişti bugün. havanın diplomasiye ayıracak vakti yoktu. 15 adım gri bir gökyüzünün altında yürüyen siyah bir kafaya son notasını bıraktı. geriye sessizlik kaldı.
faust arp'a gelemedim o gün. faust arp çalmadı. işe geldim. birine sarıldım. biriyle konuştum. ötekiyle dertleştim azıcık. kimse aşağılamadı. kimseden saklanmadım. zayıftım bütün gün. kimse bunu bir fırsat olarak almadı. ben de bu bir fırsatmış gibi hissetmedim. son seyahatimi sordular. bencilliğimle mücadele etmek zorunda kaldığımı anlattım. son flörtümü sordular. ne kadar büyük bir facia olduğunu aktardım. bu bir durumdu. dinleyendeydi top. kimse o topu kafama atmadı.
salı akşamı eve geldim. tuttuğum takım beş yedi o akşam. peşinden koştuğum hayallerin biri türbülansa girdi. tutamayacağım bir sözü verdim, tutup tutamayacağımı kendime ispatlamak isteyerek. makarna yaptım. son paramla aldığım kağıda, olmayan parama rağmen bana alınan filtreyi taktım. bir sigara yaktım. bilgisayarı kapatmak üzereyken bir kavga çıktı bulunduğum gruplardan birine. bir yorum yazdım. biri ekledi. "neden?" diye sordum. benimle ilgisi olmadığı anlaşıldı.
let down, açtım radiohead'den.
ok computer aktı ben uyuyana dek. odtü'nün kuytu yurdunda, bir masanın altında kendimi acıtarak dinlediğim sürümü çok uzaklardaydı. başka sesler vardı bu sefer. daha netti her şey. daha berraktı. olması gereken yer buydu belki de. üzücüydü her şey. her şey gri ve anlamsızdı. ama bir yandan; o kadar da olamazdı, değil mi? çünkü buradaydım. her şeye rağmen buradaydım. hiçbir şey benimle alakalı değildi. ben yine de buradaydım.
let down'ı ilk dinlediğimde, her şeyin bittiği yerden sesleniyor gibime gelmişti. karanlık bir çukur vardı şarkının dibinde. dikkatli olmayan herkesi içine çekerdi. düştün mü, kalkması zor gelirdi. üzerine yorgan çekip, kuyunun dibini evin etmek isterdin. radiohead'in öyle bir etkisi vardı üzerimde. karanlık bir köşeye sokar, orayı benim için dayar döşerdi. rahat ettirirdi beni karanlığın içinde. oradan yazılar yazardım. etrafta düş kırıklığına uğramış dolanır, isterik ve işlevsiz hissederdi. kanatlarım çıksın diye dua eder, dünyaya bakar ve korkacak hiçbir şeyim olmadığına inanırdım. zaten en dipteydi benim yerim. daha da düşemezdim.
daha da düşemeyeceğini hissettiğin zamanlarda, daha da düşebileceğini bilmiyorsan, yine de dibi görmüş sayabilir misin kendini?
bilmiyorum. sanmıyorum.
artık dipler o kadar da karanlık, let down da o kadar hüzünlü gelmiyor bana.
belki de sebebi kanatlarımdır.
hatırlar mısınız bunu? karanlıktı odalar, müzikler acıklıydı. arkadan hep üzücü bir şeyler söyleyen birileri vardı. yalnızdım ve bunu yazardım. o zaman bir kasıt yoktu yazdıklarımda. yani, düşünmezdim yazmadan önce. suyu elimde tutmaya çalışmazdım.
şimdi dikkatim dağılıyor. beyaz bir masa var bunları üzerinde yazdığım. benden bir takım görevleri yerine getirmemi bekleyen insanlar var. yanımda bir kız var, telefonla konuşuyor yüksek sesle. karşımda genç bir oğlan. işini yapmaya çalışıyor. arkada regina spektor çalıyor. bu blog var. bu kadar olan şey içinde ben nerede durduğumu bilmiyorum. çözemiyorum.
pazartesi sabahı kendimi ufacık hissederek uyandım. değersiz, anlamsız, yetersiz ve kabiliyetsizdim pazartesi sabahı. bir böcek olarak uyandım, diyerek anlatsam; kafka'yla davalık olabilirdim. böcek gibi de değildi zaten tam olarak hissettiğim. yakınımdakilerin bana biçtiği değer değildi kaybettiğim. sorun kendimdim. zaten ne hikmetse, yerden uzaydaki kırmızı tesla'ya uçan egomun tahlili hep bu yöndeydi. yapan da kendimdim. yıkan da kendim olmalıydım. başka hiç kimseye yer yoktu benim hikayemde, tüm sayfalar bir şekilde gelip bana bağlanıyordu.
güneş açmadı pazartesi sabahı. güneşin açmayışının içinde boğulmak istedim. düşebildiğim kadar dibe düşmek için elimden geleni yaptım. içinde kavruldum bir süre ezici anlamsızlığın. kendi kendime kendimin kıymetini anlatmaya çalışmadım. bıraktım. kavga etmeyi bıraktım. kavga etmenin en önemli yöntemi kavga etmeyi bırakmaktı bu anlarda. benden çok daha önemli insanlar düşmüştü bu kuyuya. ben kimdim ki?
salı sabahı kafamdaki plan belliydi. evet, işe gidilecekti. bu şarttı. evden çıkmamın şart olması başlı başına iyi bir şeydi. gelin görün ki, evden çıkmak için önce yataktan çıkmak gerekiyordu. salı sabahı da güneş açmamıştı güneşin kızakla gökyüzüne çekildiği bu şehre. o yüzden o gri sabah, o gri yatak terk edilemedi. halklar ayaklanır ya bazen en ümitsiz anlarda, tiranları devirirler ve tekrar güneşi çekerler ya bayrak gönderine? öyle bir şey olmadı salı sabahı. zavallı, yazık ve şüpheyle dolu kalktım yataktan.
kafamda bir şarkı dönüyordu sadece. faust arp. radiohead. hüzünlü günlerimin eski dostu. ancak faust arp'a gelmek için önce in rainbows'un önceki sekiz şarkısını geçmek gerekiyordu. o şarkılar 15 step ile başlıyorlardı. 15 step'in 15 adımı vardı. 15 adım çalmaya başladı. 15 adım bittiğinde ben dışarıdaydım. hava karanlık, hava mutsuz, hava afsızdı. hava müzakereye gelmemişti bugün. havanın diplomasiye ayıracak vakti yoktu. 15 adım gri bir gökyüzünün altında yürüyen siyah bir kafaya son notasını bıraktı. geriye sessizlik kaldı.
faust arp'a gelemedim o gün. faust arp çalmadı. işe geldim. birine sarıldım. biriyle konuştum. ötekiyle dertleştim azıcık. kimse aşağılamadı. kimseden saklanmadım. zayıftım bütün gün. kimse bunu bir fırsat olarak almadı. ben de bu bir fırsatmış gibi hissetmedim. son seyahatimi sordular. bencilliğimle mücadele etmek zorunda kaldığımı anlattım. son flörtümü sordular. ne kadar büyük bir facia olduğunu aktardım. bu bir durumdu. dinleyendeydi top. kimse o topu kafama atmadı.
salı akşamı eve geldim. tuttuğum takım beş yedi o akşam. peşinden koştuğum hayallerin biri türbülansa girdi. tutamayacağım bir sözü verdim, tutup tutamayacağımı kendime ispatlamak isteyerek. makarna yaptım. son paramla aldığım kağıda, olmayan parama rağmen bana alınan filtreyi taktım. bir sigara yaktım. bilgisayarı kapatmak üzereyken bir kavga çıktı bulunduğum gruplardan birine. bir yorum yazdım. biri ekledi. "neden?" diye sordum. benimle ilgisi olmadığı anlaşıldı.
let down, açtım radiohead'den.
ok computer aktı ben uyuyana dek. odtü'nün kuytu yurdunda, bir masanın altında kendimi acıtarak dinlediğim sürümü çok uzaklardaydı. başka sesler vardı bu sefer. daha netti her şey. daha berraktı. olması gereken yer buydu belki de. üzücüydü her şey. her şey gri ve anlamsızdı. ama bir yandan; o kadar da olamazdı, değil mi? çünkü buradaydım. her şeye rağmen buradaydım. hiçbir şey benimle alakalı değildi. ben yine de buradaydım.
let down'ı ilk dinlediğimde, her şeyin bittiği yerden sesleniyor gibime gelmişti. karanlık bir çukur vardı şarkının dibinde. dikkatli olmayan herkesi içine çekerdi. düştün mü, kalkması zor gelirdi. üzerine yorgan çekip, kuyunun dibini evin etmek isterdin. radiohead'in öyle bir etkisi vardı üzerimde. karanlık bir köşeye sokar, orayı benim için dayar döşerdi. rahat ettirirdi beni karanlığın içinde. oradan yazılar yazardım. etrafta düş kırıklığına uğramış dolanır, isterik ve işlevsiz hissederdi. kanatlarım çıksın diye dua eder, dünyaya bakar ve korkacak hiçbir şeyim olmadığına inanırdım. zaten en dipteydi benim yerim. daha da düşemezdim.
daha da düşemeyeceğini hissettiğin zamanlarda, daha da düşebileceğini bilmiyorsan, yine de dibi görmüş sayabilir misin kendini?
bilmiyorum. sanmıyorum.
artık dipler o kadar da karanlık, let down da o kadar hüzünlü gelmiyor bana.
belki de sebebi kanatlarımdır.
Yorumlar