yerine düşen yapboz parçası

Kıpkırmızı duvarlı bir barın olabildiğine kahverengi taburesinin üstünde oturuyordu adam, bara dayanmış kolları boş içki bardağının etrafında gezinen ellerine uzanıyordu, yanındaki arkadaşı, kahverengi bar taburesi, kırmızı bar duvarları, etrafındaki tüm diğer insanlar, hiçbiri önemli değildi bu gece. Gözleri içkisine kenetlenmişti, kuşkusuz ki yanındaki arkadaşı ona bir şeyler anlatmaktaydı, gününün nasıl geçtiğine dair, işte neler yaşadığına dair ufak hikayeler çıkıyordu ağzından, ama hepsi önemsizdi, bu gece modern dünyanın entrikaları ve bulunmaz definelerin adına çıkılan hazine avları bir anlam ifade etmiyordu. Yavaşça barmenin yeniden doldurduğu içkisini götürdü ağzına, damağını ve nefes borusunu yakan içkiye dayanılmaz bir minnet duydu zihni biraz daha az karmaşıklaşırken.

Kafasını kaldırdı, kırmızı duvarlar birbirine karışıyordu etrafında. Etrafına baktı, bir gece baykuşu vardı resimlerden birinde, hayalet gibi gülümsüyordu sanki baykuş, daha dikkatli bir şekilde baktı gözlerini kısarak, şimdi sadece gülümseme gözüküyordu, havada asılıydı gülümseme, arkasındaki baykuş kaybolmuştu. Bakışlarını kayıp baykuştan hala konuşmakta olan arkadaşına çevirdi. “Ne isterdim biliyor musun?” diye kesti susmaya bu yüzyılda hiç niyeti olmayan arkadaşının sözünü. “Ne?” diye sordu arkadaşı. “Bir gökkuşağı.”

Bunu niye dediğini bilmiyordu, yanından geçmekte olan barmene döndü, eliyle bir tane daha istediğini işaret etti. Barmen onun isteğine itaat ederken günü geçti gözünün önünden, kayıpları, sarsıntıları ve yıkımlarıyla onu bu noktaya yuvarlayan bir gün yaşamıştı bugün, hiç kendinden şimdi olduğu kadar nefret etmemişti, hiç bu kadar yanlış gelmemişti dünyaya, sanki yerinden oynamış bir tablo gibiydi, mantıklı değildi, etrafındaki çizgilere paralel değildi bugün. Tüm bunları bir defa daha boşaltıp doldurulmasını rica ettiği romunun renksizliğinde yıkamak istiyordu, yarın kendini hiç olmadığı kadar berbat hissedeceğini bilerek.

Ayağa kalktı. Yürüyüp yürüyemeyeceğini bilmiyordu, sadece ayağa kalkmak istediğini hissetmişti. İçkisini elinden bırakmadan yürümeye başladı, ayakları yalpalıyordu ama o hayatında hiç yürümediği kadar düz bir çizgide yürüdüğünü hissediyordu. Dikkati dağınık değildi, kelimeleri yarım yamalak çıkmıyordu ağzından, dengesi bozulmamıştı. Devam etti yürümeye, ilerledi, bir şey geçti sağından. Kafasını çevirdi, öylece baktı yanından geçene, sonra bir daha ve bir defa daha. Bir saniyeydi belki de normal bir saatin kaydını tuttuğu süre, belki daha azdı. Normal bir insan zihninin notunu tutabileceği en ufak zaman birimiydi geçen, ama yine de, onlar için daha kısaydı. O kadar çabuk olmuştu ki her şey, olmamıştı demek daha kolaydı; sanki onlar birbirlerine bir kere, bir daha ve en sonunda bir defa daha bakmamışlar da, birbirlerini asırlardır tanıyorlarmış gibiydi, her şey olup bitmişti olup bittiğine dair tek bir işaret göstermeden. Bir anda her şey yerli yerine oturmuştu, daha önce hissettiklerini sandıkları her şey sırtlarının tam ortasındaydı şimdi, sımsıcak bir ışıktı bu, etrafı ısıtmıyordu, etrafı aydınlatmıyordu, hissediliyordu sadece.

Yanına gitti onun, hiçbir şey söylemedi, yanında yeterince kelime var mıydı ondan da emin değildi. O da açmadı ağzını, elini eline götürdü sadece, avucunu çevirdi, bir kalem çıkardı hiçlikten, adını ve numarasını yazdı adamın eline. Ne adam, ne de o bir şey söylememişlerdi ömürleri boyunca sanki, bundan sonra söylemek de aptallıktı, kelimeler inceliksiz aletlerdi, ucu kesilmiş pompalı tüfekler gibi. Onların yerine barın eski müzik kutusu açtı ağzını, sadece kendi ölümünü tahmin edebilecek bir gitar melodisi yükseldi kırık hoparlörden. Adam da biliyordu, o da. Bu onun en sevdiği şarkıydı.

“O kimdi?” diye sordu arkadaşı, o gittikten dakikalar sonra. “Eksik olandı,” dedi adam. “artık tamam.”

Yorumlar

Popüler Yayınlar