mara

“Ee? Gidip konuşsana” dedim biraz sertçe. Gözleri hemen kocaman, alıngan alıngan açıldı. Ağzının kenarları buruldu böyle tam bağıracakmış gibi, sonra zihni devreye girdi, kalabalık bir yerde olduğunu anımsayıp düşük sese döndü. Hiddeti yine de gerçekti epey. “Gidip nasıl konuşayım ne demek öyle şimdi” dedi. Dar anlarında Türkçe’yi iyi kullandığı söylenemezdi. Hafif oturduğum yerimde doğruldum, ona döndüm. “Bak” dedim, tam da az önce onun hoşlandığı çocuğun geçtiği istikameti sağ elimle göstererek, “Sen ne yapmak istiyorsun bu çocukla?”


Bir an duraksadı. “Nasıl” dedi, “ne yapmak derken ne gibi bir şey yani?”


Az sonra söyleyeceğim şeylere ehemmiyet vermesi açısından sık kullandığım bir taktiğe başvurup, küçük bir boğazımı temizleyerek başladım lafa. Önce “öhm” gibi bir ses çıktı, sonra “Yani bu çocukla yapmak istediğin aktiviteler neler? Film mi izlemek istiyorsun, şöyle güzel bir yemek mi yemek istersin, dans mı edesin var, öpüşmek mi istersin-


Tam bu noktada hemen suratı kızardı, elleri ve parmaklarını sallandırarak tam da anlam ifade etmeyen birkaç ses çıkardı, ancak umursamadan devam ettim.


-her ne ise istediğin, onu tespit et, ondan sonra da çocuğa onu teklif et. Mesela konsere gitmek istersen, git Kasabian geliyormuş benimle gitmek ister misin diye sor işte, ne bileyim.”


Kasabian aklına yatmış gibiydi, biraz daha sakinleşmiş gözüküyordu, en azından suratı ile saçları aynı renk değildi artık. Çillerinin tekrar görünür olduğundan emin olduktan sonra çocukla ne yapmak istediğini tekrar sordum. Biraz iç geçirdikten sonra ağzından ya Kasabian, ya da kasa boyamak olabilecek, ancak çok düşük volümde telaffuz edildiği için anlaşılmayan bir cümle çıktı. Bağlamın ayırdında olduğum için Kasabian konserine gitmek istediğini çıkardım ve “O zaman git sor öyle” dedim. Galibiyet benimdi. Gaz verilmişti. O da zaten yenilgiyi kabullenircesine gözlerini kapattı, kafasını salladı, “Tamam tamam” dedi.


Ben tam bir arkadaşlık görevini daha başarıyla ifa etmenin haklı kıvancıyla muzaffer bir biçimde halkımı selamlamaya hazırlanıyordum ki birden kafasını çevirdi. “Yani çok pardon ama sen şimdi öpüşmek istediğin birine gidip öyle mi soruyorsun sanki” dedi.


Buradaki ilk saniye çok kritikti. Eğer şu an, az önceki provokatif örneğime arka çıkmazsam, ona verdiğim bütün gaz güzellik ıskartaya çıkacaktı. Ancak bir yandan da, bu örnekteki sosyal etkileşimin çok uçuk olduğunu, söylerken de biliyordum, dolayısıyla bir çeşit “e hadi bakalım” mahkemesinde yargılanmaya hazır değildim. Fakat yine dostluk yarenlik aşkım, mantığıma ağır bastı, ve göğsümü şişirerek “Tabi” dedim. Bu o, ilk harfi daha sert vurgulanan tabilerden biriydi. Son hecesi vurgulanan tabi kadar pısırık değil, a harfi vurgulanarak söylenen tabi kadar özgüvenli değil; tam ortada, ne emmeye ne gömmeye gelen bir tabi. Ben de zaten özgüven olarak aşağı yukarı o hâldeydim. Mühim olan, ona yapabileceğimi hissettirmekti. Çünkü ben yapabilirsem o da yapabilirdi. Benim gerçekte yapamayabilir olmam burada önemli olmamalı-


Ben bütün bunları bir tabinin içinden çıkartırken kolumu dürttü, “Al o zaman” dedi. Arkamda kimi gösterdiğini biliyordum. Birkaç gündür bahsini ettiğim, ara coşma kategorimde bir kız vardı. Kız hayallerimi süsleyip uykularımı kirletmiyordu, ama bir yandan her gördüğümde de bir ikinci bakışı atıyordum. Bundan bir iki kere bahsettiğimi bildiği için, az önce dürttüğü kolumu şimdi resmen tokatlamaya başlamış, beni fiştekliyordu. Kontrolü elime almak istedim. İki elimle birlikte Fatih Terim’le özdeşleştirdiğim o “sakin olun” işaretini yaptım, üstüme bir çeki düzen verdim, ve hiçbir şey demeden kalkıp gittim kızın yanına. Kafamda arkamda da çok şoke olmuş bir surat bıraktığımı hayal ettim.


Artık çünkü ya hep, ya hiçti. O yüzden iyi bir şey söylenmeli gibi hissettim, kafamda kurdum yürürken. İlk olarak selamı iyi vermeliydi. Muhabbete iyi girmeliydi. Köprüleri güzel kurmalı, enerjiyi samimi ve sakin yansıtmalıydı. Bütün bunları düşünerek, ilk adımı attım.


“Merhaba” dedim, koluna dokundum yavaşça. Çok nazik bir dokunuştu, parmakların mesafesi hesaplanmıştı. Kafasını çevirdi narince, kısaca bir tarttı. Bu tartış çok önemliydi, burada verdiğim imaj aşağı yukarı bundan sonraki bütün etkileşimlerimizi etkileyecekti. İlk sınavdan geçmezsem, banka geri oturuşum sancılı olacaktı. Şükür ki bakışları çok ciddi oranda değişmedi. Cesaretlendim.


“Çok özür dilerim, seninle tanışmak istedim.” dedim, buradaki tonlama çok detaylıydı. Çok kelimesine öyle aman bir vurgu yapmamıştım, ama son hecelerde sesi stabil tutmak çok önemliydi. Gülümsedi. Daha da cesaretlendim.


“Aslında aynı dersi alıyoruz, şeyde, geçen binada. Eski binada demek istedim, hani çarşambaları?”


Bu cümle benim en iyi eserim değildi elbette. Ancak çok sorun olmadı, ne demek istediğimi anlayıp heyecanla kafasını salladı, beni anımsadığını söyledi, belki samimiydi belki de değildi. Her halükarda nezaket göstermiş olması bile yeterince iyiydi benim için. Bütün bunlardan, elbette, daha da çok cesaret aldım. Artık karşılıklı ilginin az çok belirginleştiği bir sahada top oynuyordum. Buralar benim en sevdiğim pozisyonlardı. Ağzımın lafımın çok kontrolündeydim artık.


“Ben bir süredir görüyorum seni ve hep bir soru sormak istiyorum, çok önemli bir soru, ama biraz garip olabilir, bunu sorarken samimiyetle sorduğumu bilmeni istiyorum, sorabilir miyim?”


Son soru sadece şirinlik için sorulmuştu, zaten ben söyleyeceğimi söyleyecektim yani, ama ortamı yumuşatmak enerji geçişini sağlamak adına önemliydi. Gülümseyip kafasını salladı. Cesaretin Allah’ını almıştım artık.


“Düzenli öpüştüğün biri var mı?”


Kızarıp kontrolsüzce gülmeye başladı. Kendimi yakın arkadaşı antrenmanda muhteşem bir gol atmış bir futbolcu gibi hissettim. Aktif bir biçimde eğleniyordum artık. Sırıtarak kikirdemesini bitirmesini bekledim. Arada birkaç komik soru cümlesi kurdu, “gerçekten mi” gibi, ama sadece sırıtarak cevap verdim. En sonunda hafif kafasını geriye atarak “yok” dedi. “E harika” dedim, “Ben dedim eğer senin için de uygunsa ara ara buluşup seninle düzenli öpüşmek isterim” gülümsedim “gerçekten ikimiz için de çok eğlenceli bir aktivite olduğunu düşünüyorum”. İkimizin de eğlendiği çok belliydi.


O da artık muhabbetin sapa sarmayacağından emin olduğu için, “Başka bir şey olmadan mı?” diye sordu. Bu noktada gerçekten flört ediyor olsam, kulağı titreyen Sokrat gibi soruya soruyla cevap verip, cinselliğe dair tüm değer yargılarını yıkana kadar muhabbeti ilerletirdim, ancak mevzu an itibariyle çok daha basit bir seviyedeydi. O yüzden sadece, vurguyu ilk harften yaparak, “Söz” dedim. Bir saniye durdu. “Peki” dedi, telefonumu aldı, içine numarasını koydu, onu çaldırmamı söyledi, çaldırana kadar da bekledi. Ona mesaj atacağımı söyledikten sonra da üç saniye kadar bir gergin sessizlik yaşandı, “Ben o hâlde” ile başlayan ancak sonu gelmeyen birkaç cümle söylendi ve medeni bir şekilde yollar ayrıldı.


Geri dönüp banka oturdum.

Saçlarının nerede bitip, yüzünün nerede başladığı anlaşılmıyordu.

Yorumlar

Popüler Yayınlar