öyle. yürekten.

“Biz kaç yıldır arkadaşız?” diye sordum. Sakin bir ciddiyet takınarak sormuştum bunu. Bu kontrolü elden bırakmak istemeyen, esasen durumu tam idrak edememiş ancak sezgisel olarak güç göstergesi yapmak zorunda kalacağını kavrayan bir oyalama taktiğiydi. Bu çok basit bir soruydu. Bu yüzden soranın o esnada cevap vereni dinlemesine gerek yoktu. Durumu kontrol altında tutarken, bir yandan esas laflarını dizmeye olanak tanıyordu.

Enteresandır, çok bir şey diyemedi. Hissetmişti belki de muhabbetin nereye gideceğini. Bir süredir benle beraberdi neticesinde. Herhalde beni daha önce bu taktiği kullanırken görmüş, dinlemiş, ya da belki daha kötüsü benim bu taktiği ona aşağı yukarı bu kelimelerle anlatışıma şahit olmuştu. Ancak bir yandan, öyle olsa belki de bu kadar çekingen olmazdı. Kafası aşağıdaydı.

Sonra fark ettim ki, çekingen değildi aslında. Ve kafası aşağıda olan da o değildi. Baktığım dünya tersin düzünde bir yerde yatıyordu. En aşağıda o, en yukarıda ben varım sanıyordum; ancak görünenden farklı bir seviyede varoluyorduk esasında. Görünenden farklı bir varoluş seviyesi olup olmadığını düşündüm. Belki de enerjilerimizle konuşuyorduk şu an, ve onu görmemiş, yorumlamıştım sadece. Eğer yorumladıysam, muhtemelen yorum da katmıştım içerisine. Bu tespit nesnel bir tespit değildi. İşin açıkçası, onun bir kafası bile olmayabilirdi. Bilgiyi verenle anlam yükleyen arasındaki ilişkiye çok nail değildim dürüst olmak gerekirse. Kandırılmadığım ne malumdu? Belki de kafaya benzeyen, ses çıkartan ve dudağından öpünce keyif aldığın bir şey vardı ve Allah’ım ne olur bir şey söylemeliydi artık yoksa çıldıracaktım.

Demedi. Durdu öyle. Bütün planım yerle bir olmuştu. Konuşmaya devam etmek istedim, ama sessizliği o kadar keskin ve bulaşıcıydı ki, hareket edemedim. Durup orta boşluğa baktım bir süre. Boşluk bana baktı. Soğuktu boşluk. İnsanın içini ısıtan soğuklardandı. Hayat böyle bir şey diye düşündüm kendi kendime. Onun sessizliği beni kendi düşüncelerimde sıkıştırıp boğuyordu. Sonra bir müddet bu boğuşu düşündüm ben de.

En sonunda konuştuğumda yapraklar dökülmüştü dışarıda. Ağzımla birkaç laf geveledi. Dinledi mi emin değildim. Söyleyip söylemediğime de emin olamazken buldum kendimi. Söylemek, dinlemenin çok küçük bir parçasıydı neticede, hele ki iki insan o banktaki kadar yakın oturuyorsa birbirine. Mesafeler kısaldıkça sözlerin üzerindeki yük de kalkıyordu teker teker. Eski bir şarkı çalmaya başladı kafamda. Kelimelerin sorumluluğu üzerine değildi, ama öyle hissettiriyordu. Sözleri döndü kafamda bir süre. Melodisi gelmedi.

Öyle yürekten / Seviyorsan / Aklı başından / Atacaksın / Kimi Yanında / Arıyorsan / Önce İçinde / Bulacaksın

Melodisi önemli değildi kelimeleri bulduktan sonra. Kelimeler doğmuş, yetiştirilmiş ve kapatmaları gereken boşluğun üzerine uzanmışlardı. O boşluk benim, üzerindeki kelime ödüncümdü; ama bir yandan da, üzerine serildiği boşluk olmasa gözükmeyecekti kelimeler; bunu da biliyordum. Bu yüzden bir anlamda kelimenin mülkiyetini devralmıştım yüzsüzce. Kelimeler böyle nankör şeylerdi. Bir sabah senin ağzından çıkar, akşam başkasının hayatına viraj olurlardı. Bunu düşündüm. Vücuduna başka insanların kelimelerini kazıyan insanları düşündüm sonra, o kelimelerin esas sahipleri ne hissetmişlerdi, onu düşündüm. Müziğini yazan kimdi asıl bu sözlerin, ve o nasıl dahil olmuştu sürece? Sözler mi önce gelmişti burada, yoksa müzik mi? Şiir miydi müziğin kaynağı, yoksa müziğin damıtılmış ve sakinleştirilmiş bir hâli miydi şiir? Güzel şarkıları güzel yapan şey, söylediği sözler miydi, yoksa sözlerin ahengi mi? Aklımdan bütün enstrümanları ve melodileri geçirdim geçirebildiğim kadar. Hepsini parçalarına ayırdım. Kıyas ve mukayese yaptım ötekilerle. Anlamaya çalıştım. Düşündüm yani. Düşünebileceğim her şeyi düşündüm. O an orada olmaya devam ederek orada olmamamı sağlayacak herkes ve her şeyi elinden tutabilirdim o saniye. Düşünmek, bunların en iyi ve anlamlısı gibiydi. Ben de düşündüm böylece. Durmadan, duraksamadan, cevabı soru bekleyen dışında herşeyi ve herkesi.

Onu düşünmedim. O bir düşünce, bir fikir değildi benim için. Üzerine konuşulacak bir tarafı yoktu. Parçalarına ayrılamazdı, çünkü parçaları olmamıştı hiç. Bir bütündü, kesilemezdi, parçalanamazdı. Kokusu, hacmi, kütlesi yoktu. Yok gibi bir şeydi. Yok gibi bir şey oluyordu o var olduğunda. Ama kimse yok olmuyordu. Aksine, yıldızlar arka arkaya dizildiklerinde ve her şeyin yolunda gittiğine delalet tüm metaforlar tüketildiğinde var ediyordu beni kendi yokluğuyla. Onun olmadığı yerde ben bitiyordum. Üzerine düşünmeden, tereddüt edemeden, anlamını deşemeden. Sorgulayamadan ve bedenini alamadan üzerinden. Öyle. Onu hissediyordum ben. Sarsılarak. Oynamadan. Düşünmeden. Yürekten.

Cevap vermedi.


Ben de soru sormuş muydum, emin değildim zaten.

Yorumlar

Arda Yuzbasioglu dedi ki…
bir öyküyü okurken kendimi bir anda öykünün içinde bulduğum ve artık iyi bir kitap okumaya başlamışım gibi hissettiren anlar var. bu sayfada da var işte o anlardan.

Popüler Yayınlar