beni düşündüren filmler, onları izledikten sonra üzerlerine düşündüğüm, yazdığım, birilerine anlattığım filmler. o kadar fazla yaşadım, tecrübe ettim ki bunları, artık bizzat hayatımın bir parçasılar, benler, birikimimler, eksiksiz. çok gördüm böyle filmleri, çok, çok fazla gördüm hem de.

ama beni susturan bir film hiç görmemiştim.

dancer in the dark'ı seyrettim isabetli bir gece. bitti, kapı çaldı, etkilenmemiş gözükmeye çalışarak açtım, birileri bir şeyler söyledi, ben cevap verdim, bir şeyler bile yapmış olabilirim belki, ama en sonunda... çöktüm, yere, olduğum yere, ayaklarımın durduğu yere oturdum, kafamı ellerimin arasına aldım ve dinledim. her yerimi saran duygularımı, hislerimi, ağlamaya hiç olmadığı kadar yaklaşmış gözlerimi dinledim, bekledim ve beklemekten başka hiçbir şey yapmama gerek yokmuş gibi hissettim.

kalktım, pc'nin başına oturdum, birisi bir şeyler dedi msn'den, cevap vermek istediğim birisi'ydi, az önce hayatımın filmini seyrettim dedim ona, sözünü keserek. herkese böyle anlatmıştım across the universe'i, fountain'i, ondan çok önce seven'ı, fight club'ı ve çok küçükken braveheart'ı. ama ondan sonra hangi film, niye hayatının filmi dedi, across the universe'i de, fountain'ı da, seven'ı da anlattığım kişiler de demişti bunu. onlara uzun uzun filmin niye bu kadar büyülü olduğunu anlatmıştım.

ona cevap veremedim.

vermek istemedim, dancer in the dark'ın bendeki izi kalsın istedim, biraz daha sarılmak istedim o filmin bana dokunduğu yerlere. beklemek istedim tekrar ve bir anda ellerim kafamı sarmalarken i've seen it all'ı söylüyordum kendi kendime. görecek ne var ki demek istiyordum, inanmama rağmen, o kadar güzel söylenmişti ki bu, o kadar hissedilmişti ki anlatılırken, su gördüm, ve su, sadece sudur demek istedim hiçbir şeye dokunmadan.

dancer in the dark'ı izleyeli üç gün geçti, hiç bu kadar beklememiştim sevdiğim, aşık olduğum bir şeyi anlatmak için. güç topladım, anlatabilmek için, bekledim biraz. tek fark, kafam ellerimin arasında değildi bu sefer, zihnimdi sarmalanmaya, durmaya ve beklemeye ihtiyaç duyan.

rahatlıktan başka bir kaygısı olmayan amerikan sinemalarıyla o kadar uzun süredir muhattaptım ki, there will be blood'dan beridir ana gayesi duygularını çevirmek, öldürmek, yaşatmak ve duygular yaratmak olan bir film seyretmemiştim. korkutan, iğrendiren, sevdiren ve sevdirten bir film olarak bıraktı hayatıma izini dancer in the dark. her şeyini, her karesini sevmedim, sevmem de gerekmiyordu, sevmemem gerekiyordu, anlıyordum çünkü peter stormare'in karakteri müzikallerde insanlar neden şarkı söylemeye başlar ki dediğinde, von trier'in neden kamerayı salladığını, renklerin neden selma'nın zihninde parlak, dünyasında sönük olduğunu.

dancer in the dark.

beni konuşturan onlarca filmin arasından, yüzlercesinin arasından, beni üç gün boyunca susturanına hiç rastlamamıştım.

teşekkür ederim.

çok teşekkür ederim.

Yorumlar

inesis. dedi ki…
ben teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. aşık olduğu şeyleri böylesine anlatan bir insan olduğun için...
Zer0 dedi ki…

Zer0 dedi ki…
Yukardaki yoruma açıklık getirmek isterim ki, sanırım hakkında yorum yapılamayan bir filmi anlatan yazıya en iyi yorumun, aslında yorum yapmamak olduğunu düşünmekten ortaya çıkan birşey kendileri...
yiğitcan dedi ki…
çok tao gördüm sizi emre bey
Zer0 dedi ki…
Neon Genesis Evangelion izletmek lazım sana; çenenin düşmesini sağlayıp sonuca bağlayamamak var onda da =P

Popüler Yayınlar