18.03.43
Ufak piyano darbeleri gösterdi kendini önce. Odanın içerisindeki sessizlik bile Tanrı'nın bu miskin sabaha göndermiş olduğu bu piyano darbelerine karşı koyamıyordu. Her yer uyku kokuyordu koyu pembenin hükmettiği bu basit odada. Tek bir siyah beyaz gardırop vardı aynasıyla yeni doğmuş güneşi şimdi hızlanmış çığlıklar yayınlamakta olan ufak siyah bilgisayara aktaran, o tek siyah beyaz gardırop bilgisayarın sahibinden yaşlı gibiydi. Bilgisayarın sahibi de genç sayılmazdı üstelik, suratını kaplayan sakalları ve uyurken gözünün önüne gelmiş uzun saçları elli iki yılda aklamışlardı sahiplerini kara saç ve sakalın yarattığı tekinsiz izlenimden. Elli iki sene geçmişti bu şimdi koyu pembe, direkli, kutu gibi yatağından kalkan adamın temiz ve saf bir şekilde annesinin ellerine verildiği günden beri. Elli iki sene. Bugün elli ikincisiydi işte.
On sekiz mart bin dokuz yüz doksan bir. Doğum tarihi buydu adamın. Yavaşça kalktı. Siyah şeritli koyu pembe perdelerini aldı düzgün elleriyle, güneş şimdi müziğin tek tanrı olduğu odaya aynasız da girebilsin diye. Bekledi. Kollarını açtı iki yana doğru. Ayaklarında sadece mavi halıfleksin gıdıklayıcı ve korunaklı hissi vardı ama çığlıkların üstünde yürüyormuş gibi hissediyordu bu sabah. Üzerinde ufak bir kağıt parçasıyla "Grace" yazan dizüstü bilgisayar daha sakin bir müziği anons ediyordu şimdi. Güneş işe yaramıştı.
Mavi halıfleksi takip etti elli iki yaşındaki adam. Çıplak ayakları emin bir şekilde basıyordu yere, sırf içerisinde yeterince yalnız olabilsin diye loş ışıklarla, penceresiz döşediği evinin içerisinde, sırf müziği her yerde duyabilsin diye duvarlarda seken hoparlörleri takip ede ede kendini salonda buldu. Koskocaman bir kitap, film, oyun ve albüm dağı vardı önünde. Hepsi kullanılmıştı. Hepsine baktı tek tek... biri Nijerya'dan alınmıştı, biri Alman asıllı bir İsviçreli'den. Fotoğraflar vardı kitapların üzerlerinde, farklı arka planlar, farklı yaşantılar, farklı kapılar vardı her bir fotoğrafta. Çoğu yalnızdı. Bazıları değildi.
Eline bir kalem, bir de arkasında eski bir şarkının sözleri yazan bir kağıt aldı. Sabah onu uyandıran şarkıyı hatırlayıp yazmaya başladı hayatının anlamını. Sakin başladı ama bitirdiğinde kağıt paramparçaydı. Baktı. Gülümsedi.
Ayağa kalkmayı denedi. Kalkamıyordu. Gözleri kararıyordu sakince, vücudunun tüm ısısı gidiyordu. Kaleme tutunmayı denedi. Başaramadı. Kalemi de hissedemiyordu artık. Son bir çabayla, hayatının belki de son çabasıyla müziği duymayı denedi.
Şarkı bitiyordu. Ufak bir sessizliğin ardından bir yazar kasa sesi duydu ve elli iki yıllık ömründe duyduğu son ses bu oldu.
Yorumlar