yanlış hikayeler bölüm yedi
babam. bir babam vardı benim, babam; spor efsanesi, babam; milyonların idolü ve babam, benim bu dünyada tutunabileceğim yegane dalım. bir babam vardı benim, ben on dört yaşındayken ölen. gerçek babam değildi o, evlatlıktım ben. henüz daha konuşamıyorken kaybetmiştim gerçek annem ve babamı ve yalnız olan ve yalnızlıktan ölmekte olan babam almıştı beni yanına ve ben ona uğurlu gelmiştim, o vakte kadar kimsenin umursamadığı bir beyzbol oyuncusuydu babam, vasat, önemsiz. çıkışı benimle olmuştu babamın, fakat yaşlıydı, geç başlamıştı hayatına ve bu yüzden erken bitirdi. ben on dört yaşındaydım babam öldüğünde. tek başımaydım.
her şey bitmiş ve bir daha asla başlamayacak gibiydi babam gittiğinde, ölüydü tüm dünya, rüzgar esmiyordu, yaşam kıpırdamıyordu. okul vardı, devam ediyordu, arkadaşlıklarım, ilk öpücüğüm, ilk aşkım; önemli değildi hiçbiri. biliyordum ki gidecekti hepsi, biliyordum ki terk edeceklerdi beni. ilk öptüğüm çocuk, ilk birlikte olduğum çocuk, ilk defa bana seni seviyorum diyen çocuk ağlayacaktı karşımda ben ona "ama ben seni sevmiyorum" dediğimde. kayıptı ruhum, onu bulup birilerini sevmem imkansızdı. kayıptı kalbim, onun erişebileceği her şeyin kaybolma ihtimali o kadar gerçekti ki çünkü; ona dokunan her şeyin ölme ihtimali o kadar netti ki, bir şeye erişmek, bir şeye dokunmak aptalcaydı. babam ölmüştü. babam ölmüştü ve geri kalan her şeyin yaşıyor olması bir varsanrıdan fazlası değildi.
müziğe yeteneği vardı babamın, beni de öyle yetiştirmişti. yürüyemiyorken ksilofon yumrukladığımı söylerdi babam, seslere başka hiçbir şeye olmadığı kadar net tepki verdiğimi. şarkılar söylerdi bana babam, notalar öğretirdi, elimden tutar ve konserlere götürürdü beni. ilk konserimi hatırlıyorum. karanlıktı her yer, tek bir adam vardı her şeyi aydınlatan. elleri kayıtsızca mikrofonu taşıyan ayaklığın üzerine yerleştirilmişti, acı bir kayıtsızlıktı bu, ölmüştü bu adam, hissedebiliyordum ölümünü, duyabiliyordum kulaklarımda. mutsuzluk bu adam için mutluluktan daha gerçek olmuştu ömrü boyunca. simsiyah uzun saçları, kayıtsızlıkla dağılmış sakalları ve siyah yarım çerçeveli bir gözlüğü vardı, gitarı bekliyordu şarkısına başlamak için. "bana pislik yığınını göster" dedi gitar ona işareti verince, "göster, ruh bu üç kaçak yolcuyu alabilsin diye dua edeyim". çarpılmıştım. bunu istiyordum ben, bu netliği, bu ruhu ve bu yıkıntıyı. onu istiyordum ve babam öldükten üç yıl sonra o olmaya başlamıştım.
her şey o adamın çevresinde ilerliyordu sanki, bir konserde ekipmanlarını taşımış, başka bir tanesinde şarkı listesini seçmeye yardımcı olmuştum. birisi bir başka sefer konser alanını düzenlemede yardımımı istemiş, başka birisi şarkı sözlerimi ona sunmuştu. "kayıp kadın" diyordu şarkı sözleri "tut elimden, tut elimden ki düşmeyeyim mutluluğa". kayıp kadın demişti adam bir gece sonra, iki gece sonra onun arkasında kayıp kadın diyordum ben, üç gece sonra o adamla beraber oluyorduk. "kayıp kadın'ı sen söylemelisin" diyordu bana, "söylemeli ve asla bulamamalısın o kadını. ölmeli o kadın mutluluğun içerisinde. ancak o ölümde tam olan doğabilir çünkü". ben söyleyecektim kayıp kadın'ı. kendi grubum peşinden gelecekti. kendi grubum, kendi şarkılarım, kendi müziklerim ve kendi çalkantılarım.
çarpık bir kadındım ben. bir adamla tanışmıştım, yaşlı, iyi giyimli bir adamla. evine götürmüştü beni adam, pembe bir yatağı vardı. yavaşça ilerlemiştim adamın titrek kollarına, tüm korkusunu dindirmiştim adamın, kalp ritmini yavaşlatmıştım. kalbinin olduğu yere dokunmuştu göğüslerim ve kollarım almıştı yaşamın tüm hıncını adamın yorgun derisinden. ve bir sonraki sabah kızını görmüştüm boş bir odada. aynı pembe yatakta, yaşlı adam kapalı kapının ardından kalbinin kırılmasını dinlerken çırılçıplak olmuştuk o kızla, her şeyimiz kaybolmuş ve her şeyimiz aynı anda geri gelmişti beraber. ve ben o evi terk etmiştim bir gün sonra, ikisini de yıllar boyunca bir daha görmeyeceğimi bilerek.
çarpık bir kadındım ben. rahat bir evim, güzel bir havuzum vardı fakat sokak lambalarının altında yatardım. terk edilmiş olurdu şehir gece, sabahki şehrin koyu sarı bir versiyonu, yalnız, ne istediğini bilen ve olasıya özgür. loş şehre aşık olur, bütün gece kendi kendime konuşurdum. evsizlerle sevişirdim, park banklarından kokain çekerdim ve otobanlarda yürürdüm tüm gece. yaşamaya çalışırdım her gece ve her sabah güneş aynı hayal kırıklığının üzerine doğardı. bir dahaki sefere olacak derdi bana zihnim. inanırdım.
çarpık bir kadındım ben. bunu bilirdim, reddetmezdim. öleceğini bilmek gibi bir şeydi bu, kırık, bozuk ve tamir edilemez olduğunu bilmek, özgürleştiriciydi, öğreticiydi, ölümsüzlük bahşediciydi. sonsuz bir oyundu benim oynadığım, amaç kazanmak veya kaybetmek değildi, sadece oynamak istediğim için oynuyordum, oyun devam ettiği sürece neyi kazanıp neyi kaybettiğim önemli değildi. ve bir gün, oyunun kuralları değişti.
bir konserdeydim ben. loştu sahne, karanlıktı sözlerim ve ben her zamanki kadar çarpıktım. sonra, onu gördüm. yaşlı gözleriyle bana bakıyordu genç kalabalığın arasından, sırıtmıyordu. sahneden indim, ona doğru yürüdüm kızgın seyirci kalabalığının arasından. on binler vardı onunla aramızda, yürüdüm, onlar da açıldılar, ilerledim, onu buldum ve elini tuttum. "ölmüşsün" dedim sakince. "sen öldürdün" dedi. çektim yaşlı ve ihanete uğramış elini, sahne arkasına götürdüm. "seninim o halde bu gece" dedim. çıkardı üzerindeki her şeyi, ben de onu takip ettim. onun değildim, onun olmaya niyetli değildim, onun olup olmamak umurumda değildi. sadece kırık bir adamdı karşımdaki, benim kadar bozulmuştu ve ben onun bir defa daha parçalanmasını seyretmek istiyordum. onunla yattım, ondan hamile kaldım ve onun asla görmediği bir kız doğurdum ondan. grace koydum adını. grace büyüyüp de gördüğüm en zeki insan haline gelirken o ölecekti, kızı da ölecekti. bir şarkı yazacaktım onlarla ilişkim üzerine. "ölümle yattım ben / ardından kızıyla / ölümdü her şeyi bitiren / ölümdü beni iten doğuma". onun adını verecektim şarkıya. grace dinleyip bunun kimin hakkında olduğunu soracaktı. baban hakkında diyecektim. babasını benim kırdığımı söyleyecekti, itiraz etmeyecektim. grace her zaman zekiydi. anlayacaktı söylemediklerimden ne söylemek istediğimi.
konserleri kesmiştim grace büyürken, yalnızdım, tek başımaydım. loş ışıklar yoktu artık, grace vardı sadece, kokainim, bacardim, adını bilmediğim aşığım ve şarkılarımdı grace. belki bir tane daha tamamlar beni dedi yine zihnim. benim gibi gerçek anne babasını asla tanıyamamış bir tane. thom dedim ve thom yanımdaydı. öl dedim thom'a, yalnız ol, cesur ol, korkusuz ol ve öl. yalnızd oldu, cesurdu, korkusuzdu ve ölümün ucunda yaşıyordu hayata, benden, grace'den ve tanıdığım diğer herkesten daha hayatta bir şekilde.
oturdum bir gün. yeni bir bilgisayar vardı evde, kitap okumakla geçirdiğim senelerin kendini kusabileceği bir bilgisayar. beyaz bir sayfa açtım kelime işlemcisinde, bekledim. doğru bir kelime gerekiyordu giriş için, doğru bir ilk hamle, doğru yerde, kendi yerinde. başlığa gitti elim. "Jack" dedi başlık. "Babam". Ve o anda, doğru müzik akmaya başladı kulaklarımda, tüm ritmleri ve melodileriyle, kelimeler geldi birden zihnime, o ilk gece, o büyülü gece. sakallı bir adamın boğuk iniltisi, o yenilmişlik, yenilmişliği kabul etmişlik ve müzik. "Jack" diye devam etti başlık, babam, her şeyim, en büyük kaybım. yaşamım. ölümüm. tek aşığım.
devamı geldi kelimelerin, kurgularının da, gerçeklerinin de. yazdım, yazdıkça acı çektim, acı çektikçe yazdım. hatırladım yaşamdaki tüm acılarımı, yazmaktı her şey, yazmaktı nefes, yazmaktı ölüm. yazarken ölmekti yazmak, ölüp kelimelerin senin gerçek kalbinle dirilmesine izin vermekti. yazdım ben de böylece, durmadım, vazgeçmedim. grace'in babasını yazdım, onun gerçek kızını. thom'u yazdım. müziği yazdım. en çok da babamı yazdım durmadan. jack'ti her şeyin başlangıç noktası ve her şeyin bitiş çizgisi. jack. ben dirk'le tanışana kadar her şeyi belirleyen adam.
çarpık bir kadındım ben. bozuktum, yanlış işliyordu kısımlarım. parçalanmasına ramak kalmış bir elektrik şematiği gibiydim, ölümcüldüm, öldürücüydüm ve kendimi yok etmemem için önümdeki tek engel yorgunluğumdu. böyle bir zamanda gördüm dirk'ü. ikimizin de ömrüzün yavaş yürüyüşlerinden birinde, ölümün ensemizde olduğu bir saniyede, bir park yerinde gördüm onu. bir şarkı mırıldanıyordu içinden, "ama ruh bekleyebilir" diyordu şarkı, "seni o kadar hissettim ki bugün". çok iyi bildiğim bir şarkının sonuydu bu. kafasını kaldırdı, ona baktığımı gördü dirk. gözlerimi ayırmadım. öylece durdum karşısında. güneş battı birden, sokak lambaları söndü, araba farları yumdu gözlerini. ben dirk'e doğru, dirk de bana doğru ilerledi her şeyin karanlık ve karanlığın hiçbir şey olduğu o saniyede. elini tuttum dirk'in. "parçalanıyorum" dedim. "biliyorum" dedi. "tam yetmiş sekiz yıldır bir kazayım ben" dedim. "biliyorum" dedi. "korkuyorum" dedim. "buradayım" dedi. oradaydı. o oradaydı ve burada çarpık değildim artık ben.
son kelimelerim için oturuyorum şimdi eski bilgisayarımın başına. sol kolum ağrıyor son on beş kelimedir. kayıp doğmuş bir kadın için hiç de fena değil diyorum kendi kendime. iki saat önce dirk öldü, bunu biliyorum. biliyorum, çünkü az sonra ben de öleceğim. "seni o kadar hissettim ki bugün" diyor kafamdaki şarkı. ilk konserim, ilk ölümüm ve her şeyim. şimdi buradayız. burada, ölümün bittiği yerde. son ölüm. hazırım.
dirk. sevgilim.
seni seviyorum.
Yorumlar