Then my head fell apart and where were you?

İyi ve kötü. Popülizm ve self-tatmin kelimeleri dahil birçok zırvalıkla açıklanacak iki kavram. Her kavram gibi, bunlar da zaman içerisinde değişirler. Nesiller ve insanların özellikleri yer değiştirdikçe, belli başlı ahlaki değerlerin önceliği değiştikçe bunların arkasındaki anlam da değişir. Aslında bu dahi yeterlidir dünyanın bizim şekillendirdiğimiz bir karanlık olduğunun kanıtı olmasına, ama yeterli olması tek kanıt olması anlamına gelmez.

İyi ve kötü, sanki orada bir yerde ayakta dikilip bizi tahrik eden iki görevli olarak anlatılır hep. Öyle tasvir edilir, iyi ve kötüye biz ulaşırız durduğumuz noktadan. Çünkü dünyamızın merkezinde biz varızdır ve iyi ile kötünün işi yoktur, sadece bizi kışkırtırlar. Kışkırtıldıkça öğreniriz ve daha bir sürü saçmalık yaparız, bla bla bla. Gerçek bu değildir oysa ki. Gerçek, birçok insan üretimi yalan gibi, acı verici derecede "gerçektir".

İyi, kötü ve beraberinde gelen her kavram biziz. Biz bir bedende, bütün günah ve sevapların yakıcı bir şehvetle birleşmiş haliyiz. Biz Allah'ın ortanca çocuklarıyız, cehennemden şimdilik üstünüz ve kabul etmeye yanaşmasak da cennetten aşağılığız. Biz günahkarız, yalancıyız, hayırseveriz ve biz dürüstüz. Biz biriz. Tek. Ve o tekin içinde milyonlarız.

Herşey kontrolümüzün altında, herşey avuçlarımızın içinde ve çırpınmakta. İyi ve kötünün uzakta ve erişimimizin dışında olduğu yalanını sadece kendimizi iyi hissetmek için yazıyoruz bir yerlere. Bunları ışık ve karanlık gibi şeylerle özdeşleştirerek pekiştiriyoruz zihnimizin rahat bir uyuşukluğa erişme amacını. Böylece zihnimiz bloke ediyor bilgiye ulaşmayı ve algımızın genişlemesini sağlaması gereken şey konformist bir uyuşturucu olup çıkıyor en nihayetinde. Oysa ki herşey bununla başlamalı. Havva'nın ilk günahıyla. Kabil'le. Havva elmayı yemeden önce de İblis vardı, eğer kötülük gerçekten kutsal ve ayrı birşeyse. Ama Havva'nın günahı bu değildi, Kabil yaptığı her kararın arkasındaydı. İyilik ve kötülük onlardı.

***

Önümde et parçaları var. Kargalar didikliyor onları, yavaşça, birer birer ve zamanlarını alarak. Gagaları et parçalarına değiyor haşince, ardından çekiyorlar kafalarını ve saniyelik bir tatmine bırakıyorlar kendilerini. Ellerime bakıyorum. Kıpkırmızılar. Onları ben mi öldürdüm?

Kafamı kaldırıyorum. Gün batmak üzere. Kıpkızıl bir güneşe doğru bakıyorum, göğün dibinde bir yarık gibi duruyor orada. Parçalanmış bir gök var karşımda sanki, kanayan ve ağlayan. Diz çöküyorum, gözlerimi güneşten ayırmadan. Etrafımdaki kargalar havalanıyor ani hareketimle ve beni yalnız bırakıyorlar. Elimi uzatıp tutuyorum güneşi. Çekiyorum kendime doğru, gelmiyor ve ben daha hızlı çekiyorum. Titriyorum çekerken, kandan kaygan ellerim bırakır gibi oluyor kızıl güneşi. Daha hızlı çekiyorum. Daha hızlı kayıyor. Daha hızlı çekiyorum ve en sonunda tamamen kayıp dağların ardına saklanıyor.

Tekrar bakıyorum et parçalarına, bir göz dikkatimi çekiyor. Kıpkırımızı ve küçük bir göz. Elime alıyorum. Arkasındaki damarlar parmaklarımın arasında yavaşça kayıyor, verdiği hafif hazzın tadını çıkartmama izin verecek kadar yavaşça kayıyor hem de. Gözün içine bakıyorum. Yukarı kaldırıp göğün tam ortasına koyuyorum onu, elimdeki o damarların kayma hissini özleyeceğimi bile bile. Göze bakıyorum son bir kez ve kafamı aşağıya, et parçalarına çeviriyorum.

Önce oturuyorum yavaşça. Birkaç penis ve birkaç göğsü silkeleyip yana atıyorum. Yer daha temiz gözüküyor ve ben kanlı kafamı koymaktan çekinmiyorum. Bir kol buluyorum parçalanmış. Elini tutuyorum sıkıca, kayganlık hissine aldırmadan. Gözlerimi kapatıyorum, eli sıkıca tutarak. Gözlerimi kapatıyorum ve bir daha uyanmayacağım.

Yorumlar

Popüler Yayınlar