Hainin Vasiyeti, bölüm üç: Geçmişin Şövalyeleri

Kapkaranlıktı her yer, tek bir ses bile duyulmuyordu. Karanlığın ortasında, etrafından daha da kara bir adam duruyordu sadece. Gözleri kapalıydı adamın, oturuyordu.

Adam elini kaldırdı yavaşça, gözleri konsantre olmuş bir şekilde yumulmuştu. Ulaşmaya çalıştı göremediği, görmek istediği şeylere. Zorladı, daha da zorladı, daha da fazla konsantre oldu, gözleri sımsıkı yumuluydu.

Birden beklemediği bir ses geldi, yorumlayamadığı ve anlayamadığı. Ufacık bir sesti, bir su damlasının yere düşüşü gibi. Başaramayacağını, bundan ileriye gidemeyeceğini anladı adam. Gözlerini açtı. Ossus'ta, Jedi Konsey Odasının ortasında oturuyordu yine.

"Üstat Mena!" diye bağırdı arkadan bir ses. Mena bu sesi tanıyordu, hevesli padawanı Matnab'ın sesiydi bu. "Üstat Mena!" dedi tekrar.

Mena sakince yerinden kalkıp bağıran çocuğa döndü, çocuk nefes nefeseydi, belli ki bütün yolu ustasının ismini bağırarak koşmuştu.

"Padawan," dedi sakince "konsey odasında bağırmamanı tavsiye ederim."

Matnab utanmış gözüküyordu, bembeyaz teni kıpkırmızı olmuştu. Simsiyah gözleri ve sarı saçları vardı, saçları arkadan sallanan ufak bir örgü dışında kıpkısaydı.

"Özür dilerim efendim. Beni Üstat Kian gönderdi, size iletmem için çok acil bir mesajı vardı."

Mena endişelenmiş gözüküyordu, "Söyle çabuk" dedi.

"Peki usta." dedi ve boğazını temizleyerek Kian'ın ağzından konuşmaya başladı "Üstat Kian diyor ki ona söylediğiniz şeyi yapmış, fakat bir sonuç elde edememiş. Ne camı ne de camcıyı takip edemiyormuş, üstelik camcıyla aralarındaki bağa rağmen. Ama yine de camcının henüz düşmediğini hissedebiliyormuş, ne mecazi merdivenden ne de gerçeğinden." Genç adam sözünü bitirdiğinde meraklı gözlerle ustasına baktı, onun da anlamamasını bekliyordu. Bu yüzden ustası kafasını sallayıp ona gitmesini söyleyince şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Cam mı? Merdiven mi?

Matnab odadan çıkıp, yalnız kalınca Mena etrafına baktı.

"Burada mısın Üstat?" dedi.

Arkadan neredeyse metalik sayılacak kada soğuk bir ses cevap verdi "Her zaman." Mena döndü, karşısında eski üstadı Chiss, Gumondo'nun hayaleti duruyordu. Mena gülümsedi ve sağ eliyle beyaz top sakalını hantalca kaşıyarak konuşmaya başladı.

"Kian onu hissedemiyor. Sadece varlığını ve zihinsel durumunu sezebiliyor, ama bunları da bir mantık çerçevesine oturtmuş değil. Nerede olduğunu bilmiyor, takip edemiyor."
"Edememesi normal. Çocuk, arasın diye gönderildiği kişiden güçsüz. Belki ileride bu denge değişir, ama şimdi..."
"Evet ama kristalin gücü? Sen onu Coruscant'tayken sezebiliyordun, onlarca İmparatorluk Şövalyesinin çabalarına rağmen. Corella'da kristal kendi kendini saklarken de onu bulan sendin. Yani onlarca şövalyenin birleşmiş gücünden, kristalin iradesinden daha da mı güçlü bu adam?"
"Düşün Mena! Bu adamın yaptıklarını düşün! Coruscant'ta becerdiği şeyi düşün!"
"Hepsi aklımda üstat. Hepsi. Ama hislerimin bana ihanetini anlayamıyorum bir türlü. Az önce bir gözyaşı damlası dışında hiçbir şey hissetmedim, anlam veremediğim bir gözyaşı damlasıydı. Biri üzgündü, sadece bunu anlayabildim, sadece hissi tanımlayabildim, derinine inemedim, yapamadım..."
"Sen ve Kian, tek öğrencilerimdiniz, evet, ama emin ol şuna Mena, gördüğüm en iyilerdendiniz. Tarih kitaplarına geçecek bir gücünüz var, arşivlerde saklanacak, bahsedilecek... ama o adam... o adam bir Jedi'ın kendini kısıtlaması gereken yerlerin her birinde kendini özgürleştirdi, yozlaştı, yok olmayı göze alarak. Sakın kendini onunla kıyaslama Mena. Sakın."

Mena kafasını kaldırıp şimdi yitmekte olan hayalete baktı. Gülümsedi.

"Güç seninle olsun Üstat." dedi gülümsemeye devam ederek.
"Güçle bir olan benim evlat... ona ihtiyacı olan sensin."

***

"Şşş sakin ol, sakin ol"


Tal kafasını kaldırmaya çalıştı deli gibi, az önce yeni tanıdığı Jedi onu kolundan tutup başka bir yere ışınlamıştı. Başı dönüyordu, sanki tüm dünya yıkılacakmış gibi acı çekiyordu resmen. Deli gibi çırpınıp adamdan kurtulmaya çalıştı, ama adam onu yakalayıp sakin olmasını söylüyordu devamlı. En sonunda kurtulamayacağını anlayıp boyun eğdi, fakat adama bakışlarındaki anlam değişmiyordu, şaşkınlık ve merak.

"Bütün sorularını cevaplayabilirim şimdi sanırım." dedi adam, etrafına baktı, bir ormandalardı, ve hiçbir ses duyulmuyordu "Tehlike geçmiş gözüküyor."

Tal kafasını toparlamaya çalıştı, o kadar soru vardı ki kafasında... O da üstadı Kian'ın tavsiyesini hatırladı, her zaman en basitten başla... o da soruların en basidiyle başladı hayatını değiştirecek olan geceye.

"Ad...adın ne?" hala nefes almakta zorlanıyordu, ama şimdi daha iyiydi.

"Qudas." dedi adam sakince. Tal bir süre ismiyle beraber geçmişini, niye burada olduğunu açıklamasını da bekledi, tam Qudas'ın bir şey söylemeyeceğini anlayıp konuşmaya başlayacaktı ki, Qudas "Sormadığın sorunun cevabını alamayacaksın." dedi. "Üzgünüm."

Tal bir iki saniye de şaşkınlıkla durdu öylece. "Düşüncelerimi... zihnimi nasıl- nasıl okuyabiliyorsun?"

"En basitten başlayarak olmadığını söyleyebilirim." dedi Qudas. Elini zarif bir hareketle havada gezdirdi, bir iki saniye boyunca Tal'in dikkatinin kendisinde toplanmasını bekleyerek. Birden elini sarstı.

Eli ateş içindeydi.

Tal korkuyla geri çekildi, elinden ateş çıkıyordu!

"N-na-"
"Hava, kompleks bir yapı. İçerisinde yüzlerce farklı ufak birim var. Birinin yerini oynatıp, ötekiyle birleştirdiğinde, ya da başka bir yapının birimini havaya çekince, tamamen farklı bir yapı ortaya çıkıyor." Öteki elini sarstı, elinde büyük bir su kütlesi süzülüyordu şimdi, havada, narince. "Bunu anlayan bir Güç kullanıcısı..." şimdi elindeki su ve ateşi havada dans ettiriyordu "...her şeyi..." su ve ateş birleşip bambaşka bir şey olmuşlardı, Tal'e doğru gidiyorlardı "...yapabilir" Tam Tal'in suratının önünde durdular. Qudas gülümseyerek garip sıvı ateşi yoketti.

"Işınlanma... onu da böyle mi yapıyorsun?"

"Hayır. Teknik olarak yaptığım şey, kendi birimlerimi ve dilediğim nesnenin birimlerini ışığa dönüştürmek. Aynı hiperuzaya atlamak gibi, hiçbir farkı yok."

"Peki neden? Neyden kaçıyorduk?"

"Plaşnaklardan. Evimdeydin, şimdi de bu gezegenin ormanındasın."

"Plaşnaklar o kulaksız yaratıklar mı?"

"Hayır, onlar Pleynaklar. İkisi de temelde aynı ırk ama... biri Gücü kullanıyor, biri ise Güç tarafından kullanılıyor."

"Karanlık taraf ve aydınlık taraf gibi demek?"

"Hayır. Jedi olduğunu bu kadar belli etmen gerçekten takdire şayan, etiketlere yatkınlığın da öyle. Ama iki ırk da kullandıkları şeylerin kullanım kılavuzuna Jedi'lar kadar bağlı değiller maalesef. Onlar 'Karanlık Tarafa geçmenin dört yolu: Öfkeden Karanlık Tarafa direk atlayın!' kitabından mahrumlar."

"Öyle mi? Nedir o zaman durum?"

"Pleynaklar, gücü iletişim kurmak için kullanıyorlar, konuşmak ve dinlemek için. Çok az hareket ederler, ettiklerinde de çok yorulurlar, dinlenmek için de Güç'ü kullanırlar."

"O halde Güç'ü kullanan bunlar?"

"Hayır. Pleynaklar Güç'e muhtaç, Güç olmazsa bir hiçler. Konuşamayan, hareket edemeyen, dinleyemeyen bir hiç. Plaşnaklar da bunlardan ayrılmış bir kabile, daha saldırgan ve ataklar, ama Güç'e dayanmıyorlar. Güç'ü seçerlerse kullanabilirler, onda da her yaptıklarının Güç'ten geçtiği söylenemez."

"Ne oldu da ayrıldılar peki?"

"Ben. Ben oldum. Bu gezegene geldiğimde Pleynak'lar tarafından yakalandım, Güç'le zihinlerine erişip onlarla konuştum, bu da onlara şaşırtıcı geldi. Beni başöğretmenleri ilan ettiler. Benim öğretilerimle Güç'e bağımlı olmamaları gerektiğini anlayanlar gruptan ayrıldı, kalanlar da beni şehirden sürgün edip az önce oturduğumuz kulübeye attı. Plaşnaklar onlarla gelmemi istiyorlardı, ama ben daha fazla Pleynak'ı kurtarmak istiyordum, böylece Plaşnaklar beni hain ilan etti, aynı Pleynak'lar gibi."

"Bu gezegene niye geldin peki?"

"Ben... işte bu güzel bir soru. Ben on iki yaşıma kadar Jedi'lıkla tanışmamıştım, Coruscant'ın alt sokaklarında bir öksüz olarak hayatta kalmaya çalışıyordum. Kaçakçılık yapıyordum, Güç'teki yeteneğim bana yardımcı oluyordu."
Tal şaşkınlık içerisindeydi, bu kendi hikayesine çok benziyordu. "On iki yaşımda Fırtına Birliğine alındım, on dört yaşımda ise Güç kullanabildiğim ortaya çıktı, bir İmparatorluk Şövalyesi yapıldım." Tal'de on üç yaşında akademiye alınmış, on dört yaşında resmen padawan olmuştu. "Ardından bir gün... bundan yirmi üç sene önce, Coruscant'ı havaya uçurdum." Tal, bu noktada oturmak zorunda kaldı, ölecekmiş gibi hissediyordu, sanki yokolacakmış gibiydi. Qudas önce anlam veremedi, fakat sonra, Tal, yirmi üç sene önce ne olduğunu hatırlayınca anladı.

Tal, yirmi üç sene Coruscant'ta doğmuştu, ve doğumundan iki saat sonra bir tek onun kurtulduğu bir saldırıda İmparatorluk Başkenti yokolmuştu, gezegenin üstünü tüten bir yığına çevirerek. Bundan gocunmamıştı hiç, annesi ve babasının çok zalim despotlar olduğunu duymuştu hep. Ama şimdi ona söylenen... şok edici bir şeydi şüphesiz.

"Özür dilerim, ama yapmam gerekiyordu. İmparatorluk bir süpersilah üzerinde çalışıyordu, devasa, organik bir silah. Bir gezegendeki bütün canlıları tek bir tuşla yok edebilecekti bu silah... Yoketmem gerekiyordu."

"Ben onu yokettikten sonra Jedi konseyi olayı örtbas etti, sanki dışarıdan bir saldırıymış gibi yaptılar ve herkesi inandırdılar, sanırım beni doğru yola döndürmek istiyorlardı, fakat ben gücümün sınırları olmadığını keşfetmiştim. Onlar beni aralarına aldılar, ama ben devamlı deney yapıyordum. Hiç durmuyordum, bir saniye bile. Sonra artık buna katlanamayacaklarına karar verdiler ve tam on sene evvel beni sürgüne yolladılar, ben de bu insansız, galaksinin dışındaki gezegene geldim. On senedir burada yaşıyorum."

"Anlamadığım tek bir nokta var"
dedi Tal, nefes alamıyordu neredeyse "Neden tüm gezegen? Tüm Coruscant?"

"Tal..."
dedi Qudas, "silah Coruscant'tı."

Yorumlar

Popüler Yayınlar