You have not been paying attention, paying attention, paying attention, paying attention.

bir bıçak aldı eline. sakindi. ne yapmak istediğini biliyordu. iyice baktı bıçağa, merak etmedi, sormadı, içinden gelen hiçbir şeyi yapmadı o an. öylece duruyordu mavi gözleri kırmızı bıçağa kenetlenmiş bir şekilde. kafasını eğdi. uyumak istiyordu.

nereden gelmişti buraya? planı bu değildi. ölmek istememişti, öldürmek ise hiç yoktu aklında. sadece yaşamak istemişti o, ama şimdi buradaydı, elinde kıpkırmızı bir bıçak ve gözlerinde masmavi bir dinginlikle öylece duruyordu. ölüm ve yaşamın sorduğu tüm soruların telaffuz edilmemiş cevapları bu kırmızı bıçağın arkasındaydı sanki, öyle hissediyordu, eğer biraz daha dikkatli baksaydı, biraz daha dayanabilseydi gözlerini kırpmamaya, her şey daha iyi olacaktı.

yorulmuştu. her şeyden, herkesten yorulmuştu o anda. güçlü bir şeyler hissedememek bile yormuştu onu, öylece seyretmek istiyordu kırmızı bıçağı. biraz daha bakmalıydı ona; sanki biraz daha bakarsa gerçek olacaktı o, özlediği her şeyin kokusu yanında olacaktı, omzunda ağlayabilecek biri çıkacaktı bıçaktan, onu anlayacak, onun yalanlarını yarıp içindeki boş, anlamsız ufak cesede dokunabilecekti. bir tek o bıçaktı kurtuluşuyla arasında kalan, o bıçak konuştuğu an, o bıçak söz verdiği her şeyi anlattığı an dünyanın dönüp dönmediği umurunda olmayacaktı. kaçacaktı sahip olduğu her şeyden, kaçacaktı ölümünden, yokluğundan, var oluşundan; kaçacaktı umursama ihtimalinden ve yok olabilmenin dayanılmaz hafifliğinden. sadece bıçağın ağzını açması yetecekti. bıçak ağzını açacak ve tanrı yeniden gerçek olacaktı.

oysa ki tanrı bıçaksızlıktı. iki parçalıydı bu yaşam, bir taraf ölümdü, siyahtı, kapkara bir hiçlikti. o hiçlik mutluluktu, müziğin var olmadığı, insanların gözlerini açmadıkları bir karanlıktı mutluluk, tanrısızlıktı, çünkü mutluların tanrısı yoktu, mutlu insanlar tanrıya inanmazlardı. ama bıçağın bir metal kadar sessiz kaldığı her saniye tanrı daha da yüksek sesle söylüyordu şarkısını, çünkü anlam buydu, çünkü net olan tek şey buydu, insanların doğumla hak ettikleri tek ayrıcalık da buydu, mutsuz olmalıydı insanlar, mutsuz oldukça göreceklerdi bu dünyadaki güzelliği, çünkü mutsuz oldukça nefret edeceklerdi kendinden, ve mutsuz oldukça düşüneceklerdi dünyadaki diğer her şeyin onlardan yüce ve eşsiz olduğunu, ve yüce ve eşsiz her şey gibi dünyadaki diğer her şeyi güzel bulacaklardı. müzik fışkıracaktı topraktan, müzikle ölmek en ölümlerin en güzeli olacaktı.

devam etti o yüzden bıçağa bakmaya. hala kırmızının yarılmasını bekliyordu, mavi istiyordu, yeşil, sarı, turuncu, siyah ve belki de daha koyu bir kırmızı, asla göremeyeceğini bildiği ama asla göremeyeceği fikrine gözlerini sımsıkı kapadığı renkler çıkmalıydı kırmızının yarığından. devam etti bakmaya. devam etti. devam etti sanki dünyanın geri kalanı aptalmış gibi, sanki dünyanın geri kalanı gecenin gündüze çok uzak olduğu bir karanlıkta yüz yetmiş sekizinci caddeyi bulamayan salak bir torunmuş gibi. bakmaya devam etti, çünkü biliyordu kırmızının asla yarılmayacağını. bakmaya devam etti, çünkü ilk insan ilk kelimesini ikinci insana haykırdığı ilk andan beri bir şeyi bilmekle o şeye inanmak arasında siyahla beyaz arasındaki kadar net bir fark vardı.

Yorumlar

Ahmet Kamil Keleş dedi ki…
Aklıma eski bir yazın geldi istemsizce (ve evet, o yazı dikkatimi çekmişti gerçekten de).

Artık anlamsızlığın kendisinin var olan tek anlam olduğunu düşünmeye başladım.
yiğitcan dedi ki…
=) müthiş bi okuyucusun ahmet, evet, aynı evrende o iki hikaye, ikisinin de kahramanı "mavi gözlü adam". ve evet, anlamsız bu dünya, sen ne görmek istersen onu görüyorsun.

Popüler Yayınlar