I will find a center in you, I will chew it up and leave, I will work to elevate you just enough to bring you down.
*Dünya hakkında birçok şey söylemek istiyorum, hayat hakkında, hayatın nasıl üstüme sapık ve gereksiz şeyler attığı hakkında, hatta metafizik şeyler ve kapalı kapılar hakkında. Nereden geldiğini hatırlayamadığım, ne olduğunu unuttuğum sıkıntılarım hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Fakat yapamıyorum.
Bu dünyada beni özel yapan ne bilmiyorum. Yazabildiğimi iddia ediyorum, yazabildiğimi sanıyorum ama tek bir kelimem bile blog tutan neslimden daha üstün değil. Ne üslubum, ne de sözcüklerim özel, üstelik iki yüzlüyüm, bunları söylerken birinin çıkıp "harika yazıyorsun" demesini bekliyorum, üstelik tüm bunları yazabilme yetimi de kaybediyorum.
Yakınmak istiyorum ben, fakat yakınacak kadar hiçbir şey yaşamadım, biliyorum. Hayatını yakınmakla geçiren çayıra ot olmam işten bile değil, umursadığımdan bile emin değilim. Umursamayı istiyorum, umursayacağım.
Ne yaptığımdan emin değilim, veya ne amaçladığımdan.
Ve en rezaleti, en aptalcası ne biliyor musunuz?
Bu yazı benim önceki yazılarımdan birine korkutucu derecede benziyor.
***
Politia Nox: Kappa-Epsilon-Upsilon-Eta
Ölümün eşiğinde, kanı elinde, ufacık bir göz yaşına tutunmuş bekliyordu kadın. Konuşamıyordu, duyamıyordu, hareket edemiyordu. Vücudunun her yeri kana boyanmıştı, gözleri ancak vücudunun etrafına çizilen tebeşir çizgiyi görebiliyordu. Ölüm onu bulmuştu, tam burada, suyun altında, yaşamın en fazla olduğu yerde.
Hiçbir şey yapamıyordu, hem de hiçbir şey. Beyni çalışmıyordu, beyni kadın onu çalıştırmak istediği için, gerçekten istediği için çalışmıyordu. Denemek koskocaman bir duvara yıkarım umuduyla kafa atmak gibiydi, denemek bile istemiyordu. Bilekleri acıyordu, günahları yıkıyordu zihninin her köşesini. Güçsüzlükleri, kendi sorup kendi cevapladığı her sorunun ne kadar yanlış olduğu gerçeği, ne kadar zavallı, ufak bir aptal olduğu, tüm yaşamı boyunca.
Suyun altında sessizdi her şey, mükemmel bir sessizlik. Bu sessizliğin içine akan her saniye onu daha fazla yakıyordu, daha fazla acıtıyordu bileklerini. Tebeşir çizgiler kaybolmaya başlamıştı, görebiliyordu, görmediğini görebiliyordu en azından. Saniyeler sakince birbirlerini kovaladıkça iyi günleri daha da erişilmez gözüküyordu, belki de hiç yaşanmamışlardı. Belki tüm yaşamı bir çöplüktü, hayallerin asla gerçek olmadığı, planların planlayanların derilerini parçaladığı, ölümün tek çıkış yolu olduğu bir yaşam. Belki de öyleydi. Kesinlikle öyleydi. Nasıl şüphe etmişti bilmiyordu, nasıl iyi anıları olduğunu düşünmüştü hiçbir fikri yoktu. Onun yaşamı, etrafından az önce yiten tebeşir çizgi gibiydi, onun yaşamı şimdi yok olmaya başlayan kumlar gibiydi, bomboş.
Bomboş.
Kumlar bir yere değil, hiçbir yere gidiyorlardı. Etraflarındaki su gibi. Ve tam da kadının beklediği, ve belki de umduğu gibi, kendisi de yok oluyordu. Güçsüz kelimelerin anlamsız yaşamı artık onu ziyaret eden bir varsanrı değildi, o seslerin yokluğunun varlıkla olan kontrastları yüzünden can acıttıkları dünyalarından ayrılıyordu. Ölüm böyle geliyordu ona, böyle anlatıyordu derdini. O gidiyordu, ve yerini hiçbir şey doldurmuyordu. O gidiyordu, ve yerini hiçbir şey dolduruyordu.
Sonra bir adam geldi yavaşça, artık onun olmadığı yere. Arkasında bembeyaz bir ahtapot vardı ve...
Dünya durmuş onu gözlüyordu...
Yorumlar